top of page

Göcek

  • Yazarın fotoğrafı: Ahmet Yagci
    Ahmet Yagci
  • 11 Eyl 2022
  • 10 dakikada okunur

ree

Hayat bazen usta bir bestecinin kaydettiği notaların ardı ardına sıralandığı bir ritimle akar gider. Bazen de bir araya geldiğinde hiçbir anlamlı ses çıkarmayan sahipsiz notalar gibi karalandığı defter üzerinde bekler durur. Hayatımızı oluşturan en kısa zaman parçası “an” lar da notalar gibidir. Hayatımın notalarını bir piyanoda çalmak isterdim. Acaba nasıl bir müzik olurdu? Hayatım boyunca hep bir piyanist gibi piyano çalabilmeyi arzu etsem de hiçbir zaman bir amatörün ötesine geçemedim. İçimdeki piyanoya karşı olan bu karşı konulmaz çekimin sebebini sanırım asla bilemeyeceğim. Hiçbir zaman notalar ile çalamadım piyanoyu. Tuşlara basınca havaya yayılan ses dalgalarının ulaştığı kulağımın içinde bir yerlerde onları yakından tanıyan bir doku var oldu hep. Bu dokuya güvenmenin ve sırtımı yaslamanın verdiği rahatlıkla hiçbir zaman o notaları yakından tanımak için istekli olmadığımdan hiçbir zaman bir piyanist de olamayacağım. Piyanoda ezbere çalınan bir şarkıyı ezbere yaşanan bir hayata benzetirim hep. Önceden yazılmış notaların kulağımızda bıraktığı ahenk ile büyülenir kendimizi kaptırırız. Tekrar tekrar dinlemek isteriz. Oysa benim notalarım kayıp bir yerlerde. Onları bulmaya çalışarak, deneyerek, tekrar tekrar farklı sıralarda onları bir araya getirerek çalmak isterim piyanoyu. Hayatımın sonunda çıkacak olan o parçayı beklerim. Hayatın beni nereye götüreceğini asla bilemeden, bastığım notalardan anlamlı bir müzik çalabilmeyi umarım. Bazen de ara veririm çalmaya. Çalmaya ara verdiğim zamanlardan birinde kendimi güneyde bir sahil kasabasında buldum. Kendimden baş başa bir randevu istedim ve o da kabul etti. Girintili çıkıntılı yeryüzünün denizle buluştuğu sahillerde rüzgarın etkisini yitirdiği bir coğrafyada denizin suları çok durgun. Dalgaların uğramadığı koylarda bir ölü gibi kıpırdamadan yatan suların üzerinde irili ufaklı tekneler ve yatlar sıra sıra dizilmiş. Kimi acelesiz adımlarla denize doğru yelken açmış, kimi ise yolcularını bekler bir hava içerisinde. Yukarılarda uçan bir kuşun gözünden bakıldığında sağlı ve sollu bir ipe dizilmiş biberler misali düzenli bir sıradalar. Turkuaz suların üzerinde çok ağırlıklı olarak beyaz renkte olan yatların arasında tek tük siyah veya griye çalanları göze çarpıyor. Turkuaza en çok yakışan rengin beyaz olduğunu düşünsem de kendi notalarını sıfırdan kendi bir araya getirmeye çalışan bu farklı renklerin cesaretini takdir ediyorum. Güneşin batmaya yakın olduğu bir vakitte uğruyorum buraya. Gün boyunca bonkörce suların üzerine bıraktığı ışıltılar birazdan kaybolacak. Koyu çevreleyen dağların arkasına gizlenmek ve dinlenmek üzere çekilmeye hazırlanıyor. Gün içerisinde insanın gözünü kamaştıran canlılığı yerini yorgun bir turunculuğa bırakmış. Birazdan dağın arkasına saklandığında yarına kadar kendisini özlememizi umuyor olmalı. Kalabalık bir sokakta kendi bahçesine ektiği birkaç dal sarımsak ve biberi satabilmek için fark edilmeyi bekleyen yüzleri ve elleri buruş buruş olmuş yaşlı bir amcanın gözlerindeki umutla ayrılmak istiyor. Biliyor ki yokluğunda denizin üzerine bıraktığı beyazlıkla insanları bekleyecek ay asla yerini tutamayacak.


Kiralık arabanın düz yolda gitmeye alışık tekerlekleri yavaş yavaş yokuşa alışmaya başlamışlardı. Asfaltın kuru ve ruhsuz yüzeyi yerini farklı ağaçların düşen yapraklarından, tek tük kozalaklardan ve canlı toprağın rahatlığından oluşan bir serinliğe bırakmıştı. Yol, uzun ve ince ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla yokuş yukarı uzanıyordu. Yavaş yavaş ve keyifle çıkmak gerekiyordu. Hava ise kararmaya çok yakındı. Yeryüzüne düşen cılız ışıkların ağaçların arasından yeryüzüne ulaşacak gücü kalmamıştı. Bu vakitte ulaşıyorum kulübeme. Dağın tepesinde yer alan ormanın tam içerisinde konumlanmış bir yer burası. Ağaçların arasında kendini gizlemiş ve sadece kendine inananlara görünen bir büyü var bu mekanda. Kulübe eski bir konteynerin dönüştürülmesi ile oluşturulmuş bir yaşam alanı ve içerisinde hayallare yetecek büyüklükte her şey. Bir tarafının yüzeyi ayna ile kaplanmış, diğer tarafı ise saydamlığın verdiği çıplaklığı cesurca üzerinden taşıyan camla. Dışarıdan baktığınızda kendini gizliyor adeta. Aynadan yansıyan görüntülerle ormanın içindeki en ince detay hangi yöne bakarsanız bakın karşınıza çıkıyor. İçerisinden ise cam yüzeyi sayesinde korunmuş ve güvenli bir alandan ziyade doğanın tam içerisinde olduğunuz duygusunu hissedebiliyorsunuz. Kulübenin etrafında zeytin ağaçları var. Zeytinin henüz minik hali ile dallarında. Kot farkından kulübenin bir ucuna tahta bir veranda oluşturulmuş. Üzerinde oturup ormanı seyre dalabileceğiniz iki tane şezlong ve tam ortalarında hasır bir sehpa. Diğer ucunda iki zeytin ağacının arasına kurulmuş bir hamak var. Artık güneşin terk ettiği vaktin gökyüzündeki yumuşak sarı ve turuncuya çalan rengi ağaçların yeşili ile sert bir kontrast oluşturmaya başladı. Gün dönümü vaktinde ortaya çıkan ve adını hala tam bilemediğim bir kuşun vaktin geldiğini tüm canlılara haber veren ötüşleri kulaklara ulaşmaya başladı. Diğer kuşlar ise telaşlı ve aceleci kanat çırpışlarıyla geceyi geçirecekleri yuvalarına doğru hızla ulaşmaya çalışıyorlar. Yazı en keyifli geçiren canlıların başında gelen cırcır böceklerinin çıkardığı ses, ortamın sessizliği içerisinde baskın hale gelmeye başladı. Gece iyice çökmeye başlayınca ortaya çıkan karanlığı fark ediyor ve yapa yalnız olduğumun bilincine vararak hafiften irkiliyorum. Ortamı aydınlatan verandanın yanı başındaki ince uzun direğinin üzerinden yere doğru sarkan hasır bir sepetin içerisinden uzanan cılız ve sarı bir ışık. Her hali ile bir dekor gibi ve varlık nedeni olan ortamı aydınlatmaktan çok uzak. Kulağımın hemen yanı başından geçen bir arı sesi ile tekrar kendime geliyorum. Gündüz vakti çiçeklerden topladığı polenleri kovanına yetiştirmek üzere geç kalmış bir arı bu. Kim bilir hangi çam dalında uyuklaya kaldı ve kararan havanın taşıdığı serinlikle uyanarak ait olduğu yere doğru uçarken duyduğu suçluluk duygusunu hissedebiliyordum çıkardığı seste. Zifiri karanlık yerleşmişti artık. Yukarı baktığımda bulutsuz bir havada kendilerini ele veren yıldızlar, farklı büyüklük ve parlaklıkta gökyüzüne dizilmişlerdi. Yıldızları daha önce bu kadar net hiç görmediğimi fark ediyorum ve üzülüyorum. Gecenin içime iyiden iyiye taşıdığı yalnızlıkta onların gökyüzünde olmaları bana huzur veriyordu. İçimdeki huzur uzaklardan gelen ve belki bir kartal veya atmaca, yırtıcı bir kuşun çıkardığı sert bir tonda dağlarda yankılanan sesteki korku ile yer değiştiriyor. Yıldızlar beni nasıl korur ki bu yırtıcı kuşun pençesinden? Yıldızlar bizim zamanımıza ait değiller çünkü. Gökyüzünde gördüğüm beyaz noktaların bizim zamanımızdan yıllar öncesi var olduklarını hatırladığımda bize ulaşan ışıklarının yalnızca bir ilüzyon olduğunun farkına varıyorum. Gökyüzünden sesi yankılanan yırtıcıya karşı beni güvende hissettirecek bir şey arıyor gözlerim ama bulamıyorum. Ben değil miydim kendimle baş başa kalmak isteyen? O halde korkmak anlamsızdı. Kendimi doğaya teslim etme vakti artık gelmişti. Gecenin sessizliği ise üstüme üstüme gelmeye başlamıştı. Yırtıcının sesinin etkisi geçtiğinde tek duyabildiğim kendi iç sesimdi. Saf sessizliğin içerisinde insan kendi iç sesini duyabiliyormuş meğer kulakları ile. Bu düşünceler içerisinde birden varlığımdan kuşku duyuyorum. Acaba gerçekten var mıyım yoksa dış dünyadan gelen tüm sesler, görüntüler veya tenin tene dokunuşu da bir ilüzyon muydu? Sessizliği bir şekilde ortadan kaldırıp gerçekten var olduğumu hissetmeye inanılmaz bir şekilde ihtiyaç duyuyorum. Elim telefonuma gidiyor ve böyle anlarda bana inanılmaz bir huzur veren Passenger Whispers II albümünü açıyorum. İlk parçanın notları sessizlik içerisinde hızla kendine kolayca yer bulmaya başlıyor. Yakın bir ağaçta beni gözetlediğini düşündüğüm iri gözleri ile baykuşun veya uzaklardaki kayalıktan bana doğru süzülmek için fırsat kollayan ve benim varlığımla rahatsızlık duyan bu yörenin tek hakimi olan şahinin bana doğru gelmesini önleyeceğini düşündüğüm bir saflıkta sesi olabildiğince açıyorum. Parçanın adına baktığımda notalar benim için daha bir anlam kazanıyor: Korkunun korkusu. Müzikle var olduğumu tekrar hatırlayarak artık içimdeki korku duygusundan yavaşça sıyrılıyorum. Aslında korkudan ziyade bir ürküntü bu. İçimde bulunduğum doğaya ait olmak istiyorum tamamen. Çam ağacındaki kozalaklardan, zeytin yapraklarından veya gökyüzünde yenice kendini göstermeye başlayan aydan ne fakım var ki benim? Ben de ay gibi yeni aydan dolunaya doğru kendi içimde farklı farklı evrelere doğru bir düzen içerisinde akıp gitmiyor muyum?


Yalnız kalmama dayanamayan bir kedini ağır adımlarla kulübeye doğru geldiğini görüyorum. Karanlığın içerisinden kara rengi ile adeta bir mucize gibi misafir olmak istiyor içinde bulunduğum ana. Kapkara gözleri ise yeşil bir kedi. Birkaç cılız miyavlamadan sonra verandanın üzerine çıkarak bana birkaç metre uzaklıkta yatıveriyor. Bir an gözlerimiz kesişse de gözlerini kaçırıyor benden. Sanki ben o an orda yokmuşcasıma bir umursamazlıkla uzaklara dalarak kıpırdamadan duruyor. Belli ki o da benim gibi kendi ile baş başa kalmak üzere buraya gelmiş. Rahatsız edilmek istemediğin belli eder bir havada ama bana da yakın olarak hissettiği güvenle uyuklamaya başlıyor. Köpekler hisli varlıklardır derler. Uzaklardan gelen bir kemik kokusunun hızla varlığını hissedebildikleri gibi uzaklardan gelen ve gecenin sahipsiz bir vaktinde bir kedi ile karşılıklı hiç konuşmadan kurulmuş sessiz bir kader birliğinin varlığını da mı hissetiler acaba? Köpek sesleri geceyi yırtmaya başladı. Buraya ulaşan yolda çok da uzak olmayan bir mesafede geçerken gördüğüm bir çiftlik vardı, belli ki oraya aitler. Bir an havada hiç rüzgar olmadığının farkına varıyorum. Gündüzün dövdükleri ve kaldırdıkları su parçaları ile deniz üzerinde oluşturduğu dalgaların en sadık dostları olan rüzgarlar. Rüzgarın varlığını hissettiren tenim ve bahçemizdeki rüzgarla kendinden geçerek yapraklarını hışırdatan huş ağacı olmasa ne olurdu halim? Oysaki bu gece en ufak bir esinti bile yok. Zeytin ağaçlarına baktığımda bir görüntü mü yoksa canlı mı olduklarına dair şüpheye düşeceğim neredeyse. Ne kadar küçük konularla meşgul oluyorum değil mi bu akşam? Rüzgarları özlüyorum ilk defa. Mesafesini koruyan bir kedinin içinden hissettiği fakat bana karşı göstermek istemediği arkadaşlığı aklıma geldiğinde rahatlıyorum yeniden. Zihnim ise hiç durmuyor. Doğanın sessizliğine özenip bir susa keşke. Böylece ne dışarıdan ne içeriden hiçbir ses duymadığımda da varlığımı hissedebilsem keşke? Mutlak yokluğun prizmanın içerisinde girdiğinde sonsuz parçalandığı renklerden biri olduğumu başka nasıl anlayabilirim?


Kendimle baş başa kalmak iyi geldi bana diye aklımdan geçiyor. Gözlerimi kapıyorum bu sefer. Gözlerimi kapayınca nispet yapar gibi ortaya çıkıyor rüzgar. Kendini gözlerimden gizlediğinden olsa gerek kulaklarımla hissetmeye başladığımda yüzünü gösteriyor. Hafif hafif esen yumuşak bir dokunuşu ve ince sesini kulaklarımda hissettikten sonra özlemimi gideriyorum. Gözlerim açıkken hissettiğim güven duygusunu kapalı olduklarında hissedebilmek ise bir o kadar zor. Korunaksız ve sahipsiz olduğumu düşünerek içimi kaplayan tedirginliği defetmeye çalışıyorum. Gözlerim açıkken bana görünmeyen ne varsa gözlerimi kapadığımda ortaya çıktıklarını düşündüren şey ne bana? Rüzgar bunun bir kanıtı olmadı mı benim için az önce? Küçükken gece yattığımda beni korkutmak için aklıma gelen ne kadar şey varsa sıraya giriyorlar sanki. Her an arkamdan omzuma sanki bir el dokunacakmış gibi hissediyorum. Oysa gözlerim açıkken de istese dokunabilir bu el bana. Bu el bana dokunmadan ömrüm boyunca bu his gitmeyecek belki de benden. Gözümü kapalı tutmayı başarabildikçe korkularımdan da sıyrılabildiğimi fark ediyor ve cesaretleniyorum. Dışarıdan biri baktığında görebileceği şey gece vakti karanlık bir ormanın içerisine konumlanmış küçük bir kulübenin önünde gözlerini kapamış ve yüzüne bir gülümseme yerleşmiş bir deli. Yalnızlıktan beslenen kelimelerin önce cümleler içerisinde hayat bulmasını cümlelerin bir hikaye içerisinde yer bulması izliyor. Zeytin ağaçları ise rüzgarın yavaş yavaş artan şiddeti ile daha gürce hışırdamaya başlıyor. Ay gökyüzünde daha yüksek bir yere yerleşti. Doğanın uyumaya başladığını hissediyorum. Tek tük çıkan ve karanlığı delen sesler ortadan kayboldu. Benim de kendimi uykuya teslim etmem gerektiğini anlatmaya çalışır gibi bir ifade ile kafasını kaldırıp bana bakıyor kara kedi. Sonra yine umursamaz bir tavırla kafasını çeviriyor. Vakit benim de kendimi geceye teslim etme vakti sanırım. İçeri girip tüm ışıkları kapattığımda her şey gözden kayboluyor. Gözlerimi açık tutmanın veya kapamanın fark etmediği bir karanlıkta yatağa uzandığımda cam tavandan gökyüzündeki yıldızlara bakarak uykuya dalıyorum.


Sabah gözlerimi açtığımda dün gece saati kurmamış olduğumu hatırlayarak önce içimi bir suçluluk duygusu kaplıyor. Çünkü sabah gün doğumu vaktinde kalkmak istemiş ve güneşin doğuşuna şahitlik etmeye hayal etmiştim. Dışarısının aydınlık ile karanlık arasında tereddüt eden bir tonda olduğunu fark edip kendime geliyorum. Saate baktığımda ise 06:15 olduğunu görüyorum. İçim rahatlıyor. Çünkü gün doğumunu az da olsa halen bir vakit var. Beynim içgüdüsel olarak bu arzumu hissetmiş olsa gerek ki gözlerimi açıp kulaklarıma sinyalleri yollayarak beni bir alarm gibi uyandırıyor. Yataktan kendimi dışarı atıyorum. Gün doğumlarını çok seviyorum. Gecenin nöbeti gündüze, gündüzün de geceye teslim ettiği bu saatlerde toprak, hava, gökyüzü; doğaya ve canlılığa dair ne varsa ruhani bir hava alıyor. Güneşin karşı tepeden kendini göstermeye başladığında rahatlarım ve içimi nedensizce bir huzur kaplar. Oysa yalnızca yeni bir günün başlangıcı. Yarın da doğacak güneş, diğer gün de ve bir diğer günde. Ya ertesi gün doğacak olan güneşi bir daha göremeyecek olacağınızı bilseydiniz insanoğlu, yine de sıradan herhangi bir gün gibi önemsiz görünen bir gün doğumuna şahit olmak için erkenden kalkar mıydınız o gün yoksa tatlı uykuya devam mı ederdiniz? Benim düşüncem insan şahit olabildiği her gün doğumuna veya gün batımına olabildiğince tanıklık etmesidir. Yarın bu şansı olmayabilir çünkü. Kulübenin kapısını açıp dışarıya çıktığımda hafif bir serinlik karşılıyor beni. Doğadaki her şey tap taze, canlı ve ışıldıyor. Gece içerisinde dinlenmiş bir şekilde tüm doğa kendini güne hazır etmiş. Kuşlar cıvıldayamaya başlamış yine. Kara kedi ise ortalarda yok. Nasılsa birazdan gelir diye aklımdan geçiyor. Hava ise tap taze ve ağaçların nefes alıp verişi ile oksijen molekülleri ile dolmaya başlamış. Düne ait ne kadar kötülük ve pislik varsa gece hepsini temizlemiş adeta. Yeni bir gün ve her şeye yeniden başlamak üzere yine bir gün. Güneşin doğumunu görebilecek bir netlik olmasa da kulübenin doğuya bakan tarafına doğru olan uzun ve yüksek ağaçların köklerinden renk dönüşümünü görebiliyorsunuz. Güneş gün boyunca ağaçların aralarında bulduğu boşluklardan ulaşmaya çalışacak buraya. Yüzümü yıkayıp kendime iyice geldikten sonra hep yaptığım gibi ilk iş kahve demlemektense bu sefer sıralamayı değiştiriyorum. Kahvemi de taze çektirip yanımda getirdim. Kahve demlemeyi, aromalı kokusunu içime çekip sevdiğim bir kupa içerisinde elimde ilk sıcaklığını hissetmeyi ve her yuduma ağzımda bıraktığı tadı çok seviyorum. Spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdiğim gibi kendimi ormana doğru yola atıyorum. Sabahın körü denilebilecek bir saatte ormanın içerisinde ne işin var dercesine bakacak bir tavşan görebilmeyi çok isterdim. Tavşanın yerinde bir tilki veya yolunu şaşırmış vahşi bir hayvan olmaması için dua ediyorum. Kulübeden ormanın içerisine doğru uzanan belli belirsiz bir yol var. Şu anda Göcek’in merkezinden görünen dağdaki ormanlık alanın tam içerisindeyim. Güneş artık belirginleşti ve ara ara ağaçların arasındaki boşluklardan görünür oldu. Yürümeye devam ediyorum. Yol her zaman kurumuş çam yaprakları ile kaplı, üstüne basınca çıtırdayan yumuşaklıkta değil, bazen taşlık ve rahatsız. Tıpkı hayat gibi. Önemli olan sürekli yürümek ve ayakta kalmak. Yolun vardığı yeri bilseydik aynı heyecanla ilerlemek imkansız olurdu sanıyorum. Yürürken sağ tarafımda ağaçların seyrekleştiği bir açıklığa varıyorum. Karşı yakadaki yeşil ormanlık alan ve kıyıda denizle buluştuğu kayalıkları görüyorum. Kuytuda kalan denize açıklardan ancak ulaşabilen cılız dalgalarının etki edemediği için parçalanmayan taşlar, kayalar bir kumsala evrilememiş. Şekilsiz, irili ufaklı, kimi zaman içi oyulmuş kimi zaman ise oturmaya müsaade eden genişlikte bir alan açmış kayalıkların denizle buluştuğu yerde suyun aldığı turkuaz renk uzaklardan bile seçiliyor. Bir ucunda parliment mavisi koyu bir tonun biraz açıldığı bir maviliğin kayalıkların hemen bitiminde başlayan yeşil çam ağaçları ile buluştuğu yerde turkuaz rengini alması yok mu? Oldum olası bu renk spektrumu beni benden aşan bir şey olmuştur. Sıkı sıkı dizilmiş çam ağaçlarının tepeleri ormanı adeta bir çatı gibi kaplamış. Güneşin sıcaklığının etkisini gün boyunca kırarak altındaki canlıların serin kalmasını sağlıyor. Bazı yerlerde kuruyarak dökülmüş kısa, ince ve uzun çam yaprakları öbek öbek birikmiş. Üzerlerinde kozalaklar, kırılmış farklı ebatlardaki kuru dal parçaları ve ara ara göze çarpan taşlar var. Yol üzerine dikkatle basmayı gerektiriyor. Doygunluğa ulaşıncaya kadar ve yolu takip ederek yürüyüp geri dönüyorum. Giderken çok net olduğunu hissettiğim yolun dönüş yolunda insanın kafasını karıştıracak şekilde bölümlere ayrıldığına tanık oluyorum. Hansel ve Gratel geliyor aklıma. Geri dönüşü bulabilmek için arkalarında bıraktıkları ekmek parçalarından yanımda olmasını dilerdim. Arada aklım karışsa da geldiğim yoldan geri varıyorum kulübeme. Artık kahveyi demleme vakti.


Demlediğim taze ve sıcak kahve ile Karl Ove Knausgaard’ın Yaz isimli kitabını alarak hamağa kuruluyorum. Kahveyi yere koyuyor ve ara ara uzanarak içmek durumunda kalıyorum. Daha önce hiç hamakta kahve içmediğimi fark ediyorum. Knausgaard, dilini kendime yakın bulduğum Norveçli bir yazar. En büyük hayallerimden biri bir gün yazdığım bu satırların bir kitap halini alması. Kitabı kalan son sayfalarını da okuduktan sonra tamamlamış oluyorum. Kahve de bitince artık hiçbir şey yapmadan uzanma vakti. Yoğun zeytin dalları arasında görebildiğim mas mavi bir gökyüzü var. Zeytinler hasat zamanına az kalmasına rağmen cinsi gereği olsa gerek ufak diye düşünüyorum. Uzay ve zamanın bu kesintinde hamaktan gökyüzünü seyre dalıp gittiğim anı hiç unutmayacağım. Arıları, gündüz vakti öten cırcırları, farklı notalardan sesleri ile kuşları, rüzgarın hışırdattığı zeytin yapraklarını ve dalların hareket etmesi ile yüzünü gösteren güneşin sıcaklığını nasıl unutabilirim ki? Vaktini şaşırmış ve geç kalmış bir horoz ötüyor yakındaki çiftlikten. Uzaklardan ise sanki dalgaların sesini duyar gibi oluyorum. Kendini hatırlatmak ister gibi bir hali var denizin. Vakit deniz vakti.


Tepelerden aşağı inen yollar kıvrıla kıvrıla varıyor düzlüğe. Toprak yoldan asfalt yola çıkınca ormanın içerisinde farkına varılmayan sıcaklık kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlıyor. Eylül ayının başındaki ilk günlerde yaz veda etmek istemiyor. Yaz zaten uzun sürüyor buralarda. Eylül ayının da yaza dahil edilebileceğini düşünüyorum Göcek için. Düzlüğe çıktıktan sonra tekrar bir tepeliğe doğru kıvrılan yollardan önce yokuşu tırmanıp sonra inmeye başlayınca iki tepelik arasına gizlenmiş sahil kendini gösteriyor. Güzelliği tarif edebilecek bir kelime bulmakta zorluk çekiyorum. Kuzeyin karlı ve soğuk ikliminden gelenler için belki cennet olarak tasvir edilebilir. Sahile vardığımda huzurlu bir deniz görüyorum. Dalgaların sertliğinden uzak, ağır ağır yüzeyinde titreşen sulara güneşin ışıkları özenle değiyor. Yüzey ara ara belli bölgelerde dümdüz olsa da suyun kara ile buluştuğu çakıllara yaklaştıkça çok hafif hareketlerle dans eder gibi bir görünüme bürünüyor. Denizin ise dibi görünüyor, o derece temiz ve şeffaf. Kendimi vakit kaybetmeden suya bırakıyorum. Güneşin sürekli ısıttığı tenime aniden hücum eden su damlalarının bıraktığı serinlik hissinin bu dünyaya ait olmadığına inanıyorum.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


IMG_3093.JPG

Ruhlarınız şarkı söylerse eğer, hayat sizleri dansa kaldıracaktır. 

Gelin beni yakından tanıyın :)

Let the posts
come to you.

Thanks for submitting!

Let me know what's on your mind

Thanks for submitting!

© 2023 by Turning Heads. Proudly created with Wix.com

bottom of page