Faroe Adaları’nda Bir Kilise
- Ahmet Yagci
- 16 Ağu 2022
- 6 dakikada okunur

Denizin kara ile buluştuğu yerde genişliği çok da fazla olmayan sahilin kumları yer yer açık yer yer kapalı griye çalan ne çok yumuşak ne de çok sertti. Kumların üzerinde denizin içinden kopup gelen yosun tortularından başka tek tük ayak izleri vardı. Yosunlar, aralarına serpiştirilmiş açık tonlar dışında koyu yeşil, denizden yeni çıkmışçasına ıslak ve canlıydılar. Yengeçlerin sıklıkla ziyaret ettiği, üzerlerine basarak geçip, ufak ve etkisiz izler oluşturduğu yüzeyin aralarında görünen boşluklarında saklanıyorlardı belli ki küçük çakıllar. Issızdı buralar diye düşündüm. Rüzgârın kelimelerin yerini aldığı, denize vuran dalgaların cümlelere anlam verdiği bir yerdi. Sahili hemen bitişiğinde başlayan evlerden ayıran iki katmandan ilki olan irili ufaklı kaya parçalarının üzerine oturmuş, uzaklardan gelen bir kuş sesi ile yarılan sessizliğin içerisinde saklanıyordum oysa. Taşların hemen arkasında uzunlukları çalılar ile yarışan, aralarındaki ufak tefek otlar dışında hiçbir şeye yer açmamış gür çimler uzanıyordu. Site bahçelerinde olan uysal ve cılız çimlerden çok farklı olarak özgür ve hoyratça uzanmışlardı bayıra. Küçük bir sahildi burası. Kumların hemen bittiği yerde kayalıklar başlıyordu. Birleşme noktalarında ise kumların üzerine yayılmış şekilsiz kayalar ve taşlar vardı. Kayaların üzeri ise üzerlerine fırça darbeleri inmişçesine yeşilin farklı tonları ile renklenmişti. Bazı taşların üzerini ise yine kahverengi, koyu yeşil renklerde yosunlar mesken tutmuştu. Renklerin tamamı birbirleri ile uyumlu, usta bir ressamın fırça izlerinden tuvale yansımış bir hayalin içerisinden çıkıp gelmişlerdi sanki. Ekseriyetle çim olan ve ara ara kayalıklarla yeşil çalılıklar arasında güç bela kendine yer bulabilmiş çiçeklerin arasından akan su dağlardan geliyordu. Doğanın suyu bol ve özgürce kullandığı bir yerdi burası. Çiçeklerin rengi ise sarı, beyaz ve pembe ağırlıklıydı. İri kaya parçaları ile altlık yapılarak düzleştirilmiş zemin üzerine yapılmış evler ve garajlar bulunuyordu. Evler tahtadan yapılıyordu buralarda. Siyah, beyaz veya kırmızıya boyanmıştı. Çatıları ise çim kaplıydı. Bu yöreye özel bir tasarım olan bu evlerin sayısı git gide azalıyormuş oysa. İçlerinde yaşayanlar çok şanslı diye aklımdan geçirdim. Oysa kapılar kapandığında yaşanan hüzünler ve sevinçler aynı değil miydi? Ne farkı vardı içlerinde yaşayanların kurduğu hayallerin bizim hayallerimizden? Toplasan on beş yirmi evi geçmeyecek bir köydü burası. Gözle görülür kimseler yoktu etrafta. Yaz olmasına rağmen esen serin bir rüzgâr kulaklarda hafif bir uğultu bırakarak uzaklaşıyordu hızla. Köyün bir iki sıra uzanan evlerinin hemen ardında düz bir asfalt yol burayı diğer yerleşim merkezlerine bağlıyordu. Yolun hemen üzerinde ise dağın tepesine doğru düz uzanan sonsuz bir yeşillik kaplamıştı her yeri. Dağın tepelerine doğru artan sis zirveleri görmeye engel oluyordu. Köyün içerisinde ne bir market ne bir terzi ne de farklı bir dükkan vardı. Burada yaşayanların ihtiyaçlarını nasıl gördüklerini düşünürken gözüme çarpan bir kilise oldu. İnancın dünyanın her yerinde bir evi bulunuyordu diye geçirdim aklımdan. Kuzeyin kendine has mimarisi ile inşa edilmiş ufak ve şirin bir yapıydı. Tek katlı, dikdörtgen, siyaha boyanmış ve uzun ince beyaz pencereleri olan bu kilisenin kapsında kilit yoktu. Dışında bodur taşlarla örülmüş ve adeta maneviyat ile bu dünyanın sınırlarını çizen bir çit yer alıyordu. Kiliseye önce bu çitle birleşik sembolik bir kapıdan giriliyordu. Kapının üzeri yağmur ve denizden gelen esintilerin getirdiği tuzlu suyla hafifçe küf tutmuş olsa da ortasında kaldırılarak kancasından kurtarılan kapısı her daim buyur ediyor gibiydi. Kapının üstünde küçük bir haç yer alıyordu. Dış kapıyı açıp girdiğimde çakıllarla döşenmiş bir yol beni uzun ince beyaz kapıya doğru yönlendirdi. Yolun sağında tek tük üzerleri yosunla kaplanmış dikdörtgen taşlardan eski çağlara ait izlenimi uyandıran veya siyah, yenice mezar taşları vardı. Kim bilir hangi heyecanları yaşamış, kalbi hangi sevgili için atmış, hangi kayıklarla karşı kıyıya uzanıp dönmüş kişilerin bıraktığı bir iz vardı içlerinde. Özensizce serpiştirilmiş taşların üzeri ise simetrik ve muntazam bir yazı ve desen karması ile kaplıydı. Varlıkları ile insana bu dünyandan bir gün gelip de göç edeceğimizi hatırlatıyorlardı. Bir süre öylesine bakakaldığımı hatırlıyorum. Sessizce ve hareketsiz. Sanki geçmişte burada yaşanmışlıkları olan bir ruhun benimle temasa geçmek istediğini düşündüm. Usulce ve yavaşça bekledim gözlerimi kapatarak. Geçmiş ve geleceğin arasına sıkışmış kalsın istedim o an. Zamanın akmadığı ve çok isteyince durduğuna inandım nedense. Çok uzaklardan gelen bir martı bağırtısının o anı yıkacağını hiç düşünmeden. Kendime geldiğimde aradan yıllar geçmiş hissine kapıldım. Oysaki geçen şey, her hangi biri için ait olduğu yerlerden uzak bir yerde kendisine ait olmayan birkaç saniyeden başka bir şey değildi. Takılıp kaldığım o sonsuz anın içerisinden çıkıp gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Bulutların öbek öbek toplandığını, güneşin kendisine yer bulamadığı bir gökyüzüne. Çimenlerin, çiçeklerin, çalıların ve kumsalın üzerinde acele içerisinde nereye gittikleri belli olmayan karıncaların, yengeçlerin ve hatta tek tük de olsa ince yaprakların üzerine konan kelebeklerin ihtiyacı vardı oysaki sıcaklığına. Buralarda kendini özlettiği belliydi güneşin. Güneyden farklı olarak daha seyrek ortaya çıkardı dünyanın bu coğrafyasında.
Kilisenin kapısını açıp içeriye adım attığımda beni ilk karşılayan kokusu oldu nedense. İçerisinin sıcak ve yıllanmış tahtalarının kendine has saldığı o esans gözlerimin gördüklerinden daha hızlı ulaştı bana. Çok ufaktı içi. İnce küçük bir koridor sağda ve solda olmak üzere oturma yerlerini ikiye ayırıyordu. On sıradan oluşan koltukların her biri ancak dört ya da beş kişi alabilirdi. Daha fazlasına ne gerek vardı sanki. Ne eksik ne de fazla. İçerisi oldukça yalın ve gösterişten uzaktı. Tanrı’nın istediği de bu değil miydi aslında? Hayatlarımızın içerisine taşıdığımız her bir fazlalık bizleri Tanrı’dan uzaklaştırmıyor muydu? Küçük bir sandalye, birkaç mum, içerisinde bu dünya ile bağlantı kuran ilahi kelimelerin dizildiği bir kitap, Hristiyanlığın kendine has Meryem Ana figürünü özenli bir şekilde taşıyan birkaç küçük heykel ve birkaç saksıda çiçekten başka göze çarpan bir şey yoktu. İçerideki sessizlikle ara ara yer değiştiren rüzgârın uğultusu kaplıyordu bazen. Ziyaret ettiğim kiliselerde koltuklara oturmaktan hep çekinmişimdir. Aksine onlar da beni hep kendine çekmiştir. Otursam sanki kendi inancıma ihanet edecekmiş gibi bir his kaplar içimi. Size de aynısı olur mu? Oysaki Tanrı’nın evi değil midir o boş koltuklar? İster yerde secdeye dur ister ellerini birleşmiş bir halde bu sıralarda otur, istersen de sahil kenarında yer alan taşların konforsuz zemininde dikelerek ellerini kaldır havaya, gözlerin kapalı. Nerde olursan ol içindeki duyguları bir kenara koymuş olarak Tanrı’ya teslim olman aynı şey değil midir? Kilisenin baş tarafına doğru yaklaşıyorum. Gözlerim koltuklara oranla daha koyu bir kahverengi olan duvara bitişik öne doğru oval olan masanın üzerine takılıyor. Dantel işlenmiş bir örtünün üzerindeki heykeller sanki bir şeyler anlatmak istercesine bakıyorlar insanın yüzüne. Acı ve keder dolu bir yakarış var gözlerinde. Derin bir hüzün hissediyorum nedense. Üst üst dizilmiş kutsal kitaplar var, kahverengi veya siyah. En üstte yer alan ve üzerinde haç resmi bulunan kutsal kitabın siyah deri kaplaması pürüzlü ve yaşanmışlık dolu. Kim bilir kaç inanan içini açtığında ve kitap kendini ağır ağır açtığında kendinden geçti satırlar arasında. Yaşanmışlıklar var üzerindeki dokuda, yalvarışlar ve yakarışlar. Nice bağışlanma arzusunun kokusu sinmiş üzerine. Kitabı almaya doğru uzandığımda açılan kapının hoyrat ve talep kâr sesi ile irkiliyorum. Arkam dönük olduğu için ilk etapta kimin geldiğini anlayamıyorum. Bir suçlu psikolojisi ile elimi geriye çekiyorum hemen. İçeriye kimin girdiğini merak ediyorum ancak kapı sesinin ardından oluşan derin sessizlik bir anda hareket etmemi engelliyor sanki. Öylece hareketsiz kala kaldığımı hissediyorum. Hareket etmek isteyen bacaklarıma, kollarıma ve gövdeme beynimden komut gitmiyor. Sanki görünmeyen bir güç beni durduruyor. Hafiften tedirgin oluyorum bu halimden. Hızla kendime gelmek isterken bir ses ile irkiliyor ve kendime geliyorum. Yumuşak ve güven verici bir ton var bu seste.
“Merhaba, umarım sizi rahatsız etmiyorum?”
Sesin geldiği tarafa dönmekte vücudum halen kararsız olsa da zor bela beynime hâkim olup komutun gitmesine salık veriyorum. Arkamı dönünceye kadar sessiz kalmayı tercih ediyorum. Geriye doğru aceleci bir tavırla dönüyor ve cevap vermek için acele ediyorum. Ağzımdan sadece bir “Merhaba” çıkabiliyor. Gerisini getirmek için dayanılmaz bir istek duysam da önce karşımdaki kişiyi süzmeyi tercih ediyorum. Kelimelerimi karşı tarafa geçirecek görünmez bir güven bağının oluşmasını bekliyorum belki de bilinçaltımda. Karşımdaki kişi ise gözlerimin içine bakarak gülümsüyor bana. Yaşını hafifçe sırtlanmış, ellili yaşlarda olduğunu izlenimini veren, gözlerinin altında hafif kırışıklıklar olmuş olsa da taktığı siyah kemik çerçeveli gözlüklerin arkasında ilk bakışta dikkat çekmeyen, sivri ve uzunca burnu olan, elmacık kemikleri hafice içe çökmüş, gözleri ise yeşilimtırak tam seçilemeyen bir giz ile kaplı bir erkek karşımda duran. Siyah bir pantolonun üzerine beyaz düz bir gömlek giymiş. Üzerinde de yine siyah bir ceket ile kombinlemiş. Siyah ve cilalı ayakkabılar ile kapının girişinde bana bakan ve çok yeni dünyamıza ayak basan bir zaman yolcusu belki de. Oldukça sade görüntüsünün ardında insana güven veren bir duruşu var bu yabancının. Oldukça kısa bu zaman diliminde aklıma ne kadar da çok şey geliyor.
“Kusura bakmayın ama kapı kilitli değildi. O yüzden içeri girdim. Sadece bakıyordum çevreye”
“Önemli değil. Rahatınıza bakın lütfen.”
“Siz..”
“Ben bu Kilisenin Pederiyim”
Her kilisenin bir Pederi, her Cami’nin bir İmamı, her Sinagog’un da bir Haham’ı olur yeryüzünde. Her ne kadar kuzeyin terk edilmiş hissi uyandıran sessiz ve soğuk coğrafyasındaki ufacık bir Kilise de olsa.




Yorumlar