Beni Ben Yapan Şeyler
- Ahmet Yagci
- 22 Ağu 2022
- 4 dakikada okunur
Her insanı kendi yapan şeyler vardır. Yaşamı boyunca biriktirdiği bilgilerden, deneyimlediği duygulardan, yaşanmışlıklardan, sevinç ve acılardan hücrelerinin yapı taşlarını görünmez bir şekilde ilmek ilmek dokurlar. Kim olduğunuzu ve en önemlisi kim olmak istediğinizi belirlerler. Beni ben yapan şeyleri düşünüyorum. Deneyimlemekten keyif aldığım, hayatımın içerisinde bir yerlerde her zaman olmasını istediğim şeyleri.

Ege yöresinde sessiz ve sakin bir sahil kasabasında bir akşam mesela. Cırcır böceklerinin hiç susmadan sabaha kadar öttüğü bir gecenin tanığı olmak. Işık kirliliğinin çok az olduğu bir bölgede çam, zeytin ve incir ağaçlarının içerisine gizlenmiş ve çatısı tamamen camla kaplanmış bir kulübede yatağa uzanmış bir şekilde gökyüzündeki yıldızlara bakarak gecenin sessizliğini doyasıya içime çekerek. Yıldızları gökyüzünde görebilmek ne büyük bir lüks artık. Şehirlerin keskin ve pervasız yapay ışıkları müsaade etmiyor insanoğluna. Gökyüzündeki yıldızlara bakabilmek beni ben yapar. O yıldızlar ki evrenin sonsuzluğu içerisinde her gece göz kırparlar bize. Evrenin sonsuzluğu içerisinde bir toz tanesi olan bizler, yıldızlardan mahrum kaldığımızda içimizdeki egonun sinsice büyümesine müsaade eder ve kim olduğumuzu unuturuz. Gecenin sessizliğini severim ben. Geceye yakışır bu sessizlik ve bu sessizliğin bozulmasına müsaade etmez. Yalnızca cırcır böceklerine ve denizlerin dalgalarına torpil geçer. Geceyi gökyüzünde bulutsuz severim ayrıca. Gece oldu mu gündüzü mesken tutan bulutlar kaybolsun isterim ki yıldızlar, ay ve gezegenler kendilerine yer bulabilsinler sahnede.
Yakamozu severim ben bu gecelerde. Ay ışığının beyazlığında, dalgaların yavaşça salınımı ile denize baktığımda dalar giderim başka diyarlara. Yakamozu takip ederek hayaller çıkarırım soğuk suların dibinden. Hayal kurmayı severim ben. Ne olursa.
Gün doğumu ve batımı olmadan yapamam. Gecenin gündüz ile, gerçeklik ise hayaller ile yer değiştirir bu saatlerde. Tepedeki çimenliğe oturarak günün batışını beklemeyi, sabahın kimsesizliğinde uyanıp güneşin karşı yamacın üzerinden sessizce ve yavaş yavaş kendini göstermesini severim. Bu altın saatlerdeki güneşin sihirli ışığının dünya üzerinde bıraktığı yumuşak etki yok mu buna bayılırım. Bir fotoğrafçının ihtiyaç duyabileceği her şeyi bulabildiği saatlerdir bunlar. İnsanın yüzündeki hüznü, bir gülün yapraklarındaki neşeyi veya okyanusun engin sularının heyecanını daha iyi nasıl yansıtabilirdik bu saatler olmasa?
Denizi, kumsalı, dalgaları severim ben. Denizin hemen yanı başında bitiveren yem yeşil çam ağaçlarını da. Dünya üzerinde birbirine en çok yakışan şeyin denizin maviliği ve ağaçların yeşilliğinin iç içe geçmesi olduğunu düşünüyorum. Ağaçların renginin denizin mavisi üzerinde oluşturduğu turkuaz renk kadar beni ben yapan bir şey olamaz. Rüzgardan mahrum bir günde denizde dalgaların oluşmadığı bir anda berrak suyun içerisine kendimi iskeleden attığımda buz gibi suyun beni kendime getirmesi kadar güzel bir şey de olamaz. Berrak sularda denizin içerisindeki irili ufaklı çakılları net görebilmektir bence hayatı yaşamak. Gündüz çekildiğinde, gece yerleştiğinde, kumların sıcaklığı gittiğinde, çıplak ayaklarınızla bastığınızda yumuşacık içine göçen ve serinliği ile irkilten bir sahilin varlığını keşke hiç bilmemiş olsaydım. Hep özlem duyarım yazın gelmesine bu sebepten.
Mevsimlerin her birini ayrı severim. Hayatımız da mevsimler gibi değil mi? Bazen kış gelir üzülürüz, bazense ilkbaharın taze çiçekleri ile dolar kalbimiz. Duyguları sonbaharın yağmurları altında ıslanmayan kaç kişi var? Yazın gelmesi ile hayalleri gerçek olmaz mı bazılarımızın? Her bir mevsimin kendine öz yapısı ile hayatımın merkezinde sürekli dönüp durmasını isterim. Her birinin yeri apayrı bende. Kışın Kuzey ülkelerinden herhangi birinde, insanların yerlerini ağaçlara, nehirlere ve atlara bıraktığı soğuk bir coğrafyanın içerisinde, hiçliğin ortasına kurulmuş bir kulübenin içerisinde çıtır çıtır yanan meşe odunlarıyla insana verdiği sıcaklığı severim şöminenin. Soğuk ve sıcağın aynı anda var olabilmesini severim. Tıpkı iyi ve kötünün veya güzel ve çirkinin olduğu gibi. Biri var olmadan diğer var olamaz çünkü. Varlıklarını birbirlerine borçlu olduklarının bilinci içerisinde insanların kendilerine sırayla uğramasını beklerler. Hayatlarımızın içerisindeki bu dualiteyi severim ben. Bir sonbahar yağmuru düştükten sonra toprağa, ardından havaya karışan o kokuyu severim. Yağmurun toprağın kılcal damarlarına işlemesiyle evlerinden olan sümüklü böceklerin kendini dışarı atmasını severim. Yağmurun sesini, göğü yırtarcasına haykıran gök gürültüsünü, şimşekleri, gök kuşağını severim. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağmura eşlik eden bir pencere camında oturup dinmesini beklemeyi severim. Sonra kışın kar tanelerinin yeryüzüne bin bir nazla inmesini izlemek gibi keyifli bir şey olabilir mi? Düğme taneleri büyüklüğünde kristalimsi kar taneleri birbirleri üzerine binerek yeryüzünü beyaza boyarlar. İlkbaharın da yeri ayrı bende. Önce manolya açar Mart ayında. Öylesine güzel bir ağaç ki manolya, açtığında ayrı bir keyiflenir tüm dertlerimi unuturum. Sonra sırasıyla açar çiçekler. Mor salkım, gül, yasemin, borçak.. Renk cümbüşü adeta. O canlı renkler olmasaydı doğadaki arılar olanca yeşilin içerisinde nereden bileceklerdi gitmeleri gereken yeri? Baharın tazeliği içerisinde toprağa cömertçe savrulan tohumların bir bir açtığı kır çiçekleri olmasa ben eksik kalırdım. Toprak olmasa ben eksik kalırdım. Bilmem belki de ben de bir çeşit toprağım aslında? Bir gün toprak olmayacakmışçasına hayaller kuran insanoğlu aklıma düşer, hüzünlenirim.
Ah o kuşlar yok mu? Sabahı ilk karşılayanlar onlar hep. Gece için gizlendikleri yuvalarında telaş içerisinde çıkarak rüzgarla birlikte oradan oraya savrulurlar. Onlar olmasaydı gökyüzünü nasıl resmedecekti ressamlar? Onlar olmasa ben nasıl yazacaktım bu satırları?
Kahve tutkunuyum ben ayrıca. Sabahları taze demlenen bir kahvenin kokusu olmadan yaşayamazdım diye düşünüyorum. Bir kamp ateşinin üzerinde demlenmiş sıcacık bir kahvenin yaydığı aroma havaya karışırken, ilk aldığım yudumla birlikte ben ben olurum. Kahvenin en iyi dostu olan kitapları severim. Sevmek biraz hafif kalacak konu kitaplar olunca. Hayatımın her anını doldursun isterim kitaplar. Kim olduğumu, nerden geldiğimi, nereye gittiğimi anlayabilmek için onların dostluğuna başvururum hep. Kimi zaman bir romanın içerisinde yaşayan birisi gibi hissediyorum. Aslında hiç var olmayan ancak onu okuyan insanların zihninde var olabilen birisi.
Bazen bir sıcak bir günün ardından serinleyen gecenin sabahında bulabildiği yeşil yaprakların üzerine yerleşmiş bir çiy tanesini görür, duygulanırım. Gözlerimi kapar ve akan nehirle birlikte kendimi gittiğim yere doğru bırakırım. Kendimi bıraktığımda ve doğa ile bir olduğumda varlığımı hissedebiliyorum. Hayatımda beni ben yapan şeyler bunlar.




Yorumlar